VAN GOHG VE DIŞAVURUM
Çıldırmış gibiydi.Elindeki fırçayla sarı yağlıboyayı tuvale öyle hareketlerle sürüyordu ki görmeliydiniz.Sapsarı bir denizi andıran bir buğday tarlasının başına oturmuş havada canhıraş feryatlarla bağrışarak uçuşan kargaların resmini yapıyordu. Başında hasır bir şapka olan sarışın ve sakallı bu genç adam Van Gohg’tan başkası değildi.
Resimlerini henüz kimse beğenmiyordu belki ama bu onu pek ilgilendirmiyordu. O resim yaparken rahatlıyor,doğanın ortasında ilahi sanatı temaşa edercesine huzur buluyordu. Bazıları onun deli olduğunu söylüyorlardı ama aldırmıyordu. Gerçi zaman zaman psikolojik tedavi gördüğü doğruydu ama deli olduğunu zannetmiyordu. İçinde tarif edemediği bir sıkıntı ve heyecan duygusu taşıyor ve bunu ancak doğanın ortasında yaptığı resimlerindeki kalın fırça darbeleri ile sakinleştirebiliyordu. Yanına gelenlere
“Niçin resim yapmıyorsunuz,baksanıza şu güzelliğe”diyerek doğayı işaret ediyordu.
Resimlerimde duyguları ifade etmeliyim diyordu bir mektubunda. Gece kahvesi resminde yorgunluğun ve bitkinliğin, kendi odasının resminde uykunun ve huzurun,kargalar resminde ölümün ve ayrılığın resmini yapmıştı. Onu bugün doğaya açılan diğer empresyonist ressamların kategorisine koysalar da o zaman aslında kimse onun iyi bir ressam olduğunu anlamamıştı. Onu anlayanlar çıktı belki ama o öldükten sonra. Öncü dediler sonraları ona. Dışavurumcu sanat akımı doğmuştu bundan.Tablolarını resim galerisi işleten kardeşi Teo bile almaya, satmaya yanaşmamıştı ama bugün milyon dolarlarla ifade ediliyor değerleri.
Bir akşam elinde katlanmış bir mendil uzattı sevdiği kadına. Kadın yavaşça açtı mendili. İçinde kesik bir kulak görünce çığlık atarak yere yığıldı. Van Gohg sonunda hayatının en büyük fırça darbesini atmış ve bir kulağını kesmişti.