RASIM SOYLU SANAT
 
  ANA SAYFA
  SANAT AKIMLARI
  SANAT YAZILARI
  SAKARYA BiLSEM
  SANAT EGiTiMi
  FOTOGRAF
  SiiR
  MUZE
  RESiM CALISMALARI
  GALERi
  iletisim
  desen
  ASAR-I BEDiiYYEDE ESTETiK
  GUZEL SANATLARA HAZIRLIK
  ASAR-I BEDiiYYEDE ESTETiK TEZ
  mona lisa güzelliği
ASAR-I BEDiiYYEDE ESTETiK TEZ

G.Ü.

GAZİ EĞİTİM FAKÜLTESİ

RESİM-İŞ EÜİTİMİ BÖLÜMÜ

LİSANS TEZİ

 

 

 

 

 

ASAR-I BEDİİYYEDE ESTETİK VE SANAT FELSEFESİNİN

 İNCELENMESİ

 

 

 

RASİM SOYLU

 

 

 

 

TEZ DANIŞMANI

YRD.DOÇ. OSMAN ALTINTAŞ

 

 

 

 

ANKARA-1995

 

 

ÖNSÖZ

Estetik eskilerin deyimi ile bediiyat, genel olarak sanatın özünü oluşturan bir kavramdır.Estetiğin bilimsel temellere oturtulup ele alınması 1750’li yıllara dayanmakla birlikte ana problemleri üzerine geliştirilen çalışmalar çok eski dönemlere uzanır.

Eski Mısır, Hint, Çin, Japon, Grek, Fars,Türk ve Arap sanatının temellerinde yatan felsefe ve estetik düşünce ile ilgili elimizde yeterince doküman ve bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte Batı estetiği üzerine yapılan çalışmalar biraz daha fazladır.Bir dönem dünyayı önemli ölçüde etkileyen İslam medeniyetinin sanatı, mimarisi, tasvir yasağı gibi konular çok tartışılmakla birlikte, estetik anlayışı üzerine fazla çalışma yapılmamıştır.

İslam’ın ilk oluşmaya başladığı dönemlerde Arap edebiyatı ve sanatı çok ileri bir düzeyde idi. Aruz vezninin deve adımları ve yürüyüşü ile geliştiği rivayeti Arap sanatının sosyal hayat ile ne kadar içli dışlı olduğunun bir göstergesidir.Kuranın vahiy edildiği günlerde Araplar edebiyatta çok ileri oldukları için Hz. Peygamber Kuranın belagati ile onlara meydan okumuştur. Onlara Kuranın sanatına, belagatine benzer bir eser ortaya koymalarını teklif etmiş, bir iki kötü deneme dışında bu meydan okumaya cesaret edebilen edip veya şair çıkmamıştır.

Kuranın belagati üzerine yapılan çalışmalar ile gelişen belagat ve İslam edebiyatı pek çok İslam bilgini ve araştırmacısının ilgisini çekmiş, eski eğitim siteminde ders olarak okutulmuştur.Ne yazık ki bugün elimizde Latince belagate ait bir eser yok denecek kadar azdır. Belagate dair kitaplar ve eski kaynaklar, Arapça ve Farsça olarak ilahiyat ile ilgilenenlere hitap etmekte ve eski eserlerin bulunduğu kütüphanelerin tozlu rafları arasında araştırılmayı beklemektedir.

İslam sanatının belagat ve estetik düşüncesini araştırmak için, Osmanlı son dönem ilim adamı ve düşünürlerinden Bediüzzaman’ın İslam biliminin temelini oluşturan eserlerden süzerek ortaya koyduğu eserlerinden faydalandık.

Bu çalışmada estetiğin ve sanatın  tanım ve temel sorunlarına,  yer verdik. Ümit ediyoruz ki bu çalışma İslam sanatının ve estetiğinin analizine ve günümüze aktarılmasına bir ayna olur.

Bu çalışmaya katkılarından dolayı Prof. Dr. Mücteba Uğur’a, ve Prof Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu’na teşekkürlerimi sunuyorum.

 

 

İÇİNDEKİLER

I-BÖLÜM

I-1-ARAŞTIRMANIN KAPSAMI

I-2-ARAŞTIRMANIN KONUSU

1-3-ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ

II-BÖLÜM

II-1-ASAR-I BEDİİYYE VE YAZARI

II-2- ESTETİK

II-2-A-ESTETİK GÜZELİN BİLİMİMİDİR?

II-2-B-DOĞAL GÜZELLİK SORUNU

II-3-ASAR-I BEDİİYYEDE SANAT

II-3-A-SANATIN DOĞUŞU

II-3-B-SANAT TEORİLERİ

II-4-ASAR-I BEDİİYE’DE BELAGAT VE SANAT

II-5- ASAR-I BEDİİYYEDE SOYUT GÜZELLİK KAVRAMI

II-6-SANATTA UZMANLAŞMA

II-7-SANATTA YARATICILIK

II-8-KURAN VE BATI SANATI KARŞILAŞTIRMASI

II-9-SANATTA MİLİ VE EVRENSELLİK

III-BÖLÜM

III-1-ÖZET

III-2-SONUÇ

III-3-ÖNERİLER

III-4-KATOLOG

III-5-TANIMLAR

III-6-KAYNAKÇA

 

I-1-ARAŞTIRMANIN KAPSAMI

 

Bu araştırma Belagat ve İslam estetiğini incelerken, Bediüzzaman’ın eski Said olarak adlandırdığı cumhuriyet öncesi Osmanlı döneminde telif etmiş olduğu eserlerinin bir araya toplandığı Asar-ı Bediiye adlı kitabı ile Cumhuriyet ile birlikte yeni Said olarak adlandırdığı döneminde yazmış olduğu eserleri kapsamaktadır. İslam estetiği ve sanatına ait yüzyıllardır yazılmış binlerce cilt eser vardır ki onları incelemek benim imkânlarımı aşmaktadır.

 

I-2-ARAŞTIRMANIN KONUSU

 

İslam sanatı ve estetiğinin temelini teşkil eden ana konular belagat ve bediiyattır. Güzellik felsefesi ve sorunları, sanatın tanımı, doğuşu ve sorunları, sanatta yaratıcılık gibi, sanat felsefesi sınırlarında incelenen temel sanat ve estetik sorunları, bu çalışmanın ana konusunu oluşturur. Soyut güzellik ve sanat, Batı sanatı ile İslam sanatı karşılaştırması, sanatta evrensellik ve milli kavramı gibi konularda sanat felsefesi ve estetik sorunları içinde ele alınmıştır.

 

1-3-ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ

 

Bu araştırmada yöntem olarak Bediüzzaman’ın Osmanlıca el yazma ve basılmış eserleri ile Latince yayınlanmış eserlerinin taranarak sanat ve estetikle ilgili konuların bir araya toplanması ve incelenmesi yöntemini izlemektedir. Modern estetik ve sanat felsefesinin temel problemlerinin incelenmesi çerçevesinde Bediüzzaman’ın fikirleri de incelenmeye çalışılmıştır.

 

 

 

 

 

 

II-BÖLÜM

II-1-ASAR-I BEDİİYYE VE YAZARI

Asar-ı Bediiye Osmanlı Bilimler akademisi Dar-ül Hikmet-ül İslamiye üyesi Bediüzzaman’ın eski Said olarak adlandırdığı cumhuriyet öncesi Osmanlı döneminde telif etmiş olduğu eserlerinin bir araya toplandığı bir eserdir. Felsefe, psikoloji, sosyoloji, edebiyat, mantık ve belagat gibi konu ve alanları içeren bu eserlerdeki belagat ile ilgili bölümler estetik ve sanat konularını içermektedir.

Asar-ı Bediiye; nokta, Şuaat, İşarat, Tuluat, Hutuvat-ı Sitte, Sünuhat, Muhakemat, İki Mektebin Musibetin Şehadetnamesi, Nutuklar, Münazarat, Kızıl İ’caz, lemaat, Hakikat Çekirdekleri, ve Tarihçe,i hayat olmak üzere ondört bölümden oluşmuş bir kitaptır. Ayrıca Bediüzzaman’ın Sözler, Mektubat, Lemalar, Şualar, Mesnevi-i Nuriye, İşarat-ül İ’caz, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Tarihçe-i Hayat,  Barla Lahikası, Kastamonu Lahikası, Emirdağ Lahikası gibi altı bin sayfa tutan eserleri yayınlanmıştır.

Bediüzzaman 1873 yılında Bitlis’te doğmuştur. Öğrenimini Şarki Anadolu da o günün en üst seviyede eğitim veren medreselerinde tamamlayan Bediüzzaman 1908 yılında İstanbul’a gelmiştir. Doğu Anadolu’da büyük bir üniversite kurulması için teşebbüste bulunmuş ve Sultan Reşad tarafından bu üniversitenin kurulması için görevlendirilmiştir. Birinci dünya savaşı çıkması ile temeli atılan üniversite çalışmaları yarım kalmış, milis kumandanı olarak savaşa katılan Bediüzzaman Ruslara esir düşerek Sibirya esir kamplarına götürülmüştür. Rusya’daki devrimin kargaşasından yararlanan Bediüzzaman esaretten firar ederek Almanya’ya geçmiş. Orada Avrupa kültürünü yakından incelemiş ve İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’da saygı ile karşılanan Bediüzzaman Darül Hikmet-ül İslamiye üyeliğine seçilmiş ve İşgal kuvvetleri aleyhinde makaleler yayınlayarak Kuva-i Milliyeye destek olmuştur. Daha sonra M. Kemal tarafından Ankaraya davet edilen Bediüzzaman 1921 yılında TBMM tarafından resmi törenle karşılanmıştır.

Cumhuriyetin ilanından sonra hayatını, kaleme aldığı 6000 sayfalık eserlerine adayan Bediüzzaman’ın fikirleri, oluşturduğu yaygın eğitim metodu, ile bütün dünyada milyonlarca insana ulaşmıştır. 1960 yılında Urfa’da vefat etmiştir.

 

 

 

II-2- ESTETİK

Estetik Yunanca "aisthesis" ya da "aisthansthai" ke­limelerinden gelmektedir. "Asisthasis" duyum, duygu manasına geldiği gibi, "aisthansthai" duymak, algıla­mak anlamına da gelir.

Estetik bilimine bu adın verilmesi oldukça yakın bir tarihtedir. Bu bilimi kuran ve adını veren Aleksander G. Baumgarten'dir. (1714-1762) 1750 yılında ya­yınladığı Aestetica adlı eseriyle bu bilimi ilk kez bi­limsel temellere oturtur ve sınırlarını çizer.1

Estetik; pek çok batılı ülkelerin literatürlerinde gü­zelliğin bilimi olarak geçer. (Webster Seventh Dic. Das Grashce Deutsche, Petit Robetr vs.)(Doğan,1975,8)

Fakat bu bilim hakkında Baumgarten'den bin­lerce yıl öncesine uzanan teoriler ve düşünceler ortaya atılmıştır. Sanat, güzellik ve şiir üzerine es­ki Mısır, Yunan, Hint, Çin ve İslam Felsefesİ'nde defalarca işlenen bu konu bilimsel bir temele an­cak, 18. yüzyılda oturtulmuştur.2

Osmanlıca literatürlerde "Bediiyyat" olarak geçen estetik Arapça hayret verici güzellikte olan, acaip ve garip olan, beğenilen, insanın dikkatini çeken, yeni keşfedilmiş olan, gibi manalara gelmektedir.(Yeğin,1992,55)

Bediüzzaman eserlerinde geçen “Bedii, Fenn-i Bedii, Fenn-i belagat, Fenn-i Beyan, beyanın felsefesi, sanat-ı belagat, meslek-i belagat” gibi tabirler, estetik ve sanat felsefesi gibi, sanatın ve edebiyatın teorik kısmını ifade eden kelimelerdir.

Bediüzzaman belagatı; bir duygu ve düşüncenin ifade edilmesinde ve ortaya koyulmasında durumun, halin, imkanların, sanatın ve estetiğin gereği olan en uygun ve en güzel yöntemle ortaya koyulması olarak tarif eder.

Veciz plarak bunu şöyle anlatır. “Tarîk-i belâgat olan mukteza-yı halin mutabakatına muvafık ve makamın nispetinde kemal-i vuzuh ve ifadeye mutabıktır.”(Bediüzzaman,Muhakemat,1993,160)

Estetik üzerine ilk bilimsel teoriler geliştiren Baumgarten, estetiği duyusal bilginin bilimi olarak tanımlar. Ona göre estetik, özgür sanatlar teorisi, güzel üzerine düşünme ve akla benzer bir kabiliyetin bilimidir.

Baumgarten duyusal bilgiyi sensitiv olarak isimlendirir. Sensitiv bilgi ise açık seçik değildir. Bu yüzden kesin olarak bir tarifinin yapılması mümkün değildir. Ona gö­re estetik bir çeşit mantıktır. Mantığın açık ve seçik olan (intellecktiv), yukarı bilgiyi araştırmasına karşılık estetik açık ve seçik olmayan, (sensitiv) duyusal olan aşağı bil­gi alanını araştırır.(Tunalı,A.g.e.s.14)

Baumgarten’e göre estetik ve mantığın gayesi hakikati aramak ve gerçeğe ulaşmaktır. Mantığın aradığı hakikat olan doğrunun karşılığı, estetikte güzelliktir.

Bediüzzaman, fikirlerin ve duyguların ifade edilmesinin tabi yolu olarak  sanatın ve estetiği tarif eder. Mantıkla desteklenen dışavurumu hakikatlere yönlendirir. İnsanın iç alemindeki duygu ve düşünceleri ifade etmesi ve dışavurumu için, dış alemde yansıyan güzelliklere ve inceliklerden örnek almayı gösterir. Sanatı ve estetiği soyut güzellik kavramıyla ilişkilendirir. Kendi orijinal ifadesinde bunu şöyle açıklar.

 “Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir.” (Bediüzzaman,Muhakemat,1993,87)

Yine buna benzer olarak, sanatın felsefesini ve estetiği; dış alemde güzellikleri meydana getiren estetik inceliklerin, insanın sanatına yansıması olarak tarif eder. Kendi ifadesi ile şöyle der.

“Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tabir-i diğer ile beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise; hariciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle: Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarîkiyle ve vehmin tasarrufuyla şâirane olan maneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in'ikas eden hakikatın şualarını temessül eder. Güya kendi san'at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklid ve muhakât eder.

(Bediüzzaman,Muhakemat,1993,103)

 

II-2-A-ESTETİK GÜZELİN BİLİMİMİDİR?

 

Estetiği güzelliğin bilimi olarak tarif etmek onun alanını daraltır. Trajik, komik, zarif, ilginç, naif ve hatta çirkin gibi değerlerde sanatın genel yapısında işlenmektedir. Bütün bu değerler en az güzellik kadar estetik ile alakadardır.(Tunalı,A.g.e.15)

Yüzyılın başlarında geleneksel estetiğe karşı çıkan Benedette Croce (1886-1952) ye göre; sadece güzelin bilimi olarak tarif edilen estetik, insan yaşamı ve toplum ile ilgisi olmayan, fildişi kulede lüks bir bilim olarak kalmaya mahkumdur.(Tunalı,1983,132)

Modern psikolojik Estetiğin babası kabul edilen Theodor Lips’e göre, estetik güzelliğin bilimidir, ancak bu çirkin olanın da bilimini içerir. Bir şey insanda güzellik uyandırabildiği oranda güzeldir.(Tunalı,Estetik1989,19)

Yine psikolojik açıdan estetiğe yaklaşan Thedor Fechner (1801-1887), güzellik ile insan arasındaki ilişkiyi inceler ve insanın güzel şeyden haz aldığını ifade eder. Güzelliğin amacının insana haz vermesi olduğunu söyler.(Tunalı,A.g.e.16)

Eserlerinde “Bedii” kelimesini estetiğin karşılığı olarak kullanan Bediüzzaman, güzelliğin ve estetiğin kişilere göre farklı olması dolayısı ile, izafi, göreceli olduğunu, açık ve seçik bir şekilde tarif edilemeyeceğini belirtir. Tamamen duyulara ve duygulara bağlı olarak gelişen estetik ve beğeni manevi bir kavramdır. (Bediüzzaman, Asarı Bediiye,1979,123)

Ayrıca bütün bilim ve sanatların gayesinin hakikati aramak olduğunu belirtir. İnsanın bu dünyadaki var olma gayesinin de dünyadaki güzellikleri görmek ve keşfetmek olduğunu ifade eder. Bediüzzaman çirkinliği güzelliğin bir ölçüsü ve orantısı olduğunu vurgulayarak, “güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir” der. Çünkü çirkin kavramı olmazsa, güzellik kavramı da ortaya çıkmaz ve kıyaslanamazdı. (Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye,1992,211)

Bediüzzaman her şeyin zıddı ile bilindiğini, dolayısı ile güzel kadar, çirkinin de estetik alanına girdiğini açıklamıştır. Ona göre her şey ya bizzat güzeldir, veya dolayısı ile güzeldir. Görünüşte çirkin olan pek çok şey aslında birçok güzelliklerin perdesidir.

Çirkin gibi görünen şeyler arkasında pek çok güzellikler gizlenmiştir. Örneğin fırtına, soğuk gibi insana çirki görünen bazı tabiat olaylarının arkasında baharın çiçeklenen güzel yüzü gizlenmiştir. Yine verdiği bir başka örnekte; insanın cinsel organı ilk anda çirkin ve utandırıcı algılandığını oysa ki sanat, yaratılış ve hikmet gözü ile bakıldığında gayet estetik ve güzel olduğunu ifade eder. Çirkinlik insanın zahiri bakış açısında kalır. Bize çirkin görünen olayların dış görünüşleri arkasında gayet güzel ve estetik yönler vardır ki bu perdeler arkasında gizlenmiştir.(Bediüzzaman, Sözler,1993, 231)

Psikolojik estetikle ilgili olarak Bediüzzaman insanın güzel görmesinin ve güzel düşünmesinin elinde olduğunu ve her şeye güzel gözüyle bakanın her şeyden haz duyabileceğini ifade etmiştir. “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” diyerek güzelliğin insanın psikolojisine bağlı olarak değişebileceğini söylemiştir. (Bediüzzaman, Asarı Bediiye,1979,644)

Bediüzzaman güzelliğin göreceli olduğunu, kişiden kişiye, toplumdan topluma geçtikçe değiştiğini, farklı kültürlerde farklı yorumlandığını belirtmiştir. (Bediüzzaman,A.g.e.123)

Bu da güzellik göreceli olduğu için estetiğin sadece güzelliğe bina edilemeyeceğini gösteriri.Güzelliğin sembolü kabul edilen Venüs’ün Afrikalı Hotanto kabilesi tarafından çirkin görülmesi güzelliğin göreceli olmasına iyi bir örnektir.

 

II-2-B-DOĞAL GÜZELLİK SORUNU

 

İnsan içinde bulunduğu alemdeki varlıklarla biyolojik, sosyolojik, ekolojik ilgiler kurmakla kalmaz, estetik ilgilerde kurar. Yaşadığımız dünyada iç içe olduğumuz bütün varlıklara estetik değer yükler, güzel yada çirkin olarak değerlendiririz.

İnsan sadece tabiat adını verdiğimiz bu alem içinde yaşamaz. Doğup büyüdüğümüz ve hazır olarak bulduğumuz bu alemin dışında kendi çabalarıyla maydana getirdiği kültür dünyasında da yaşar.

İnsanın yaşadığı toplumdan başlayarak, bu kültür alemi bütün insanlı tarihini kuşatır. Bu kültür dünyası içinde sanat eserleri önemli bir yer tutar. Biz sanat eserleri karşısında da tıpkı tabisat karşısında olduğu gibi estetik tavır alır ve güzel ya da çirkin olarak değerlendiririz. Bu iki güzellik Platon ve Aristo dan bu yana daima birbirinden ayrı tutulmuş, kimi zaman tabiattaki güzellikler  sanat güzelliği için bir model ve örnek kabul edilmiş, mimesis ve  natüralit anlayışta olduğu gibi). Kimi zaman da ideal güzelliğin sanat eserinde olduğu öne sürülmüş (idealist ve ekspresyonist anlayışta olduğu gibi). Her iki halde de güzellik ya tabiatte ya da sanat eserinde aranmış ve bulunmuştur. Ama tabiat ya da sanat dünyası dışında aranmamıştır.(Tunalı,A.g.e.182)

Genellikle estetikçiler doğa güzelliği ile sanat güzelliğini birbirinden ayırmaktadırlar. Kimileri sanat güzelliğini üstün tutuyorlar, kimileri de daha ileri gidip doğa güzelliği kavramının ancak sanat güzelliği eğitildikten sonra mümkün olabileceğini söylemektedirler. B. Croce “doğa yalnız ona sanatçı gözüyle bakanlar için güzeldir” der.Croce,1988,75)

Romantizmin büyük ustası E. Delacroix (1798-1863) “ Biz Romantik olduktan sonre dağlar daha da güzelleşti” diyor. Elbette dağlar Romantizmden öncede güzeldi, fakat Romantizmin etkisi ile insanlar dağlardaki güzelliklere daha farklı bir şekilde bakabilmeyi öğrenmişlerdi. Yine romancı Oskar Wilde (1851-1900) “ Dorian Grey’in Portresi adlı eserinde “ İngiliz ressamlar Thames nehri üzerinde gerçekten sis vardır” derken sanatın bizi tabiata, doğa güzelliğine götürdüğünü, sanatın bizi doğa güzelliğini kavramada eğittiğini dile getirmektedir. Buna göre doğa güzelliği sanat güzelliğine keynak olduğu gibi sanat güzelliğide tabiat güzelliğni kavramada kılavuzluk etmektedir. Çünkü doğadaki güzelliği kavramak için belli bir estetik tavra ulaşmak gerekmektedir. İşte E. Kant (1724-1804) “ Doğa bir sanat eseri olarak görüldüğü zaman güzeldir” derken bunu ifade etmektedir.(Tunalı,A.g.e.201)

Bediüzzaman ise eserlerinde, tabiatı İslam düşüncesinde olduğu gibi, İlahi  bir sanat galerisi olarak tasvir eder. Ona göre tabiatta var olan canlı ve cansız varlıkların her biri İlahi bir sanat eseridirler. Güzel veya çirkin görünen her şey estetik birer objedir. Ayrıca Platonun idealar teorisine benzer bir şekilde bu alemin esma-ül hünsanın yansıması olduğu düşüncesini savunur. Ona göre idealar yaratıcısının sıfatları ve isimleri ( esma-ül Hüsna) dırlar. Tabiatta var olan bütün güzellikler hatta çirkinlikler, yaratıcının sanat, ilim, irade, kudret, güzellik vs. gibi isim ve sıfatlarının tecelli ettiği, yansıdığı aynalardır. Bu yüzden tabiatta var olan güzellikler estetik alanının içerisinde incelenmelidir.

Bediüzzaman sanatın asıl amacının doğadaki estetik ve güzelliği kavramak ve insana kavratmak olduğunu ifade eder. (Bediüzzaman,Asar-ı Bediiye,1979,8,12,242)

Bu düşüncesi B. Crocenin sanatın insanlara kılavuzluk etmesi gerektiği görüşüne benzemektedir. Ancak sanatçının tabiatın öğrencisi olduğunu ve tabiattaki estetik ve sanatın, sanat eserlerinde bir şekilde yansıdığının unutulmaması gerektiğini ekler.(Bediüzzaman,A.g.e.238)

 

II-3-ASAR-I BEDİİYYEDE SANAT

 

Sanat Arapça “sana’a” fiilinden türemiş bir kelimedir. Yapmak, işlemek, yaratmak gibi anlamlar içeren sanat, aslında pek çok manalar ifade eden geniş bir alanı kapsamaktadır.(Yeğin,A.g.e.609)

Plastik sanatlardan mimariye, müzikten edebiyata, tasarımdan dekorasyona kadar pek çok alanı ihata etmektedir. Bütün bu saydığımız sanat dallarının ortak bir özelliği vardır. Hepsinde yapılan işin estetik bir temele oturmuş olması, onlara sanat özelliği kazandırmaktadır. Zaten sanatın tanımı da budur. “estetik kaygı, insanda estetik haz ve kaygı uyandıran her eser ve fiile sanat denilebilir.(Doğan,Ag.e.142)

Bediüzzaman sanatı; ruhun manevi güzelliğinin bilgi aracılığı ile insanı eserlerine ve fiillerine yansıması olarak tarif eder. Yni sanatı, insanın öğrendiği ve bildiği şeyleri, ruhunda ve doğasındaki güzellik ile ifade etmesi ve fiillerine güzellik ve estetik unsurlar katması olarak anlayabiliriz.(Bediüzzaman,Sözler,1993, 621/ Asar-ı Bediiye,1979,238)

Doğuştan sahip olduğumuz güzellik ve aheng fikri, sanatçının ruhundan başlayıpiçinde gelişen güzellik kavramı, kaynağını, bütün ruhların üzerinde bulunan İlahi güzellik kavramından alır.Sanatın ruhun güzelliğine dayanması, Plotinus’tan, S. Agustine, Scheling’e kadar pek çok düşünür tarafından da ifade edilmiştir.(Sena, Cemil,Estetik,12,24)

Bediüzzamanın sanat hakkındaki başka bir düşüncesi de sanatın monotonluğu, tekdüzeliği, ülfeti ve alışkanlığı yıkması fikridir. Ona göre sanat var olmanın bilincine ermektir.

Durgunluk, yerinde saymak, tepkisizlik, uyuşukluk, tembellik ve tekdüzelik varlığını unutmaktır. Monotonluk ve ülfet ile en büyük güzellikler hiçe iner. Varolmanın en üstün şekli olan hayat, değişikliklerle, kontrast ve farklı biçimlerde ortaya çıkar.sanat alışkanlık ve tekdüzeliği yıkarak, var olma bilincini yeniler.(Bediüzzaman,Sözler,1993,472)

 

 

II-3-A-SANATIN DOĞUŞU

 

Sanat tarihçileri, felsefeciler ve estetikçiler sanatın doğuşu ile ilgili pek çok teori ortaya atmıştırlar.

İnsanoğlunun dünyaya ayak basması ile birlikte sanatın da ortaya çıktığı kabul edilir.(Gombrich,1992,19)

Batılı teorisyenler ilk insanların ilkel oldukları düşündükleri için estetik kaygı ve sanat gibi yüksek ruh ve duygu haleti gerektiren bir kavram taşımaları düşünememektedirler. Bu yüzden sanatın tesadüfe estetik kaygı duyulmaksızın, taklit, büyü, oyun iş ve doğaüstü güçlere inanış gibi sebeplerden doğduğu iddia edilmektedir.

İlk insanların çevrelerinde gördükleri biçimleri, sesleri, renkleri ve hareketleri tekrarlayarak ve taklit ederek sanatın doğduğu varsayımı taklit teorisinin düşüncesidir.

Oyun teorisinde ise ilkel insanların yeme-içme ve barınma gibi zaruri ihtiyaçlarını giderdikten sonra can sıkıntısı geçirmek ve enerjilerini tüketmek için sanata yöneldikleri iddia edilmiştir.

İş teorisinde ise insanların ihtiyaçlarını karşılamak için uğraştıkları zorunlu işlerinde (barınak-mimari, çömlek-seramik vb.) sanatın ortaya çıktığı dişinilmektedir.

Din ve büyü teorisinde ise ilk insanların tabiatla mücadelelerinde doğa üstü güçlerden yardım ummaları büyü, ümit, korku, din gibi kavramların sanatın doğuşunda en önemli faktörler olduğu ileri sürülür.(Doğan,a.g.e.147)

Sanatın doğuşu ile ilgili teorilerin ortak bir tarafı da vardır. Fonksiyonellik, yani işe yarar, faydalı bir şey yapmak zaten sanatı sanat yapan gayenin sanat olması değil, yapılan işin estetik kaygı ile yapılması değimlidir.?

Bediüzzaman’a göre sanat yapılan işten değil ruhundaki manevi güzellikten aldığı ilhamdan doğmaktadır. Taklit, iş, oyun, büyü gibi sebepler olsa olsa sanatın doğuşu için birer vasıta olabilirler.(Bediüzzaman,Asar-ı Bediiye,151)

 

 

II-3-B-SANAT TEORİLERİ

 

Tarih boyunca insanın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini araştıran düşünürler, sanatın ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini de düşünmüş ve araştırmışlardır.

Sanatın ne olduğu sorusuna cevap arayan estetler sanatı meydana getiren ana unsurlara göre farklı teorilerle sanatı açıklamaya çalışmışlardır. Bu unsurlar sanatçı, sanat eseri, sanat tüketicisi ve sanat eserinde yansıyan konu olmuştur. Bu elemanlara göre dört sanat kuramı geliştirilmiştir.

1.                    Yansıtma Kuramı ( Mimesis): sanatı; esere konu olarak yansıyan dış dünyayı, hayatı ve hakikati yansıtan bir ayna olarak ifade etmektedir.

2.                    Anlatımcılık kuramı: Sanatçı merkezli bir sanat teorisidir. Sanatın sırrını sanatçıda aramış ve sanatı, sanatçının ruh ve duygu aleminin bir dışavurumu olarak görmüştür.

3.                    Duygusal etkileşim kuramı: sanatı, muhatabı olan sanat tüketicisinin sanattan aldığı ve anladığı haz, estetik beğeni ve heyecan ile tanımlamaya çalışmıştır.

4.                    Biçimcilik kuramı: sanatı, sanat eserinin sanatsal ve biçim özelliklerini inceleyerek çözümlemeye çalışmıştır. (Moran,1994,15-33)

 

Bediüzzaman eserlerinde belagat bilimini açıklarken; bir sanat eserinin şu dört soru ile çözümlenebileceğini ifade eder.

Kim söylemiş, kime söylemiş, Ne makamda söylemiş, ne maksatla söylemiş? Kim söylemiş ile Sanat eserini ortaya koyan sanatçının kimliğine, kime söylemiş ile sanat eserinin muhatabı olan kişilerle olan duygusal etkileşime, ne makamda söylemiş ile sanatçının  sanatının büyüklüğüne, ustalığına ve eserinin mükemmelliğine, ne maksatla söylemiş ile eserinde yansıttığı hakikatlere işaret etmektedir.

Çünki kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Bediüzzaman,Sözler,430)

Söylenene bak, söyleyene bakma; söylenilmiştir... Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir. (Bediüzzaman, Muhakemat,1993,111)

 

Yansıtma düşüncesinin Bediüzzamanın eserlerinde çok fazla yer aldığını görmekteyiz. Bunun sebebi de İslam’ın temel düşünce sisteminde, evrende gördüğümüz her şeyin aslında Allah’ın isim ve sıfatlarının yansıması olduğu inancıdır.

Ancak onun sanatçı ve sanat eserini esas alan teorilere de ışık tutan düşüncelerini görmekteyiz.

Bediüzzaman, evrenin yaratılış sebepleri arasında insanın, Allahın sanatına muhatap olmasını açıklarken, Sanat eserinin muhatabını esas alan duygusal etkileşim kuramına da işaret eder.

 

Sanatı bir yansıtma, taklit ve mimesis olarak görme düşüncesi eski Grek felsefesine uzanır. Bu anlayışa göre sanat eseri dünyaya karşı tutulmuş bir aynadır.Ancak snat eserinde yansıtılan gerçeklik, çeşitli filozoflara göre farklı yorumlanmıştır.

Gerçekliğin yansıtılmasında üç ana görüş bulunmaktedır.

1.      Görüneni olduğu gibi yansıtma

2.      Geneli veya özü yansıtma

3.      İdeali veya ideaları yansıtma

Yansıtma teorisinin en eski temsilcilerinden olan Platon bu dünyayı, gerçek olan idealar dünyası ve idealar dünyasının yansıması olan bu yaşadığımız dünya olarak ikiye ayırır.

“Mağara alegorisi” adı verilen ünlü temsili ile; mağaradaki yanan ateşin ışığı ile duvara vuran gölgelerin hareketlerini izleyen insanların bunları gerçek sanmalarını yansıtma kuramına örnek olarak vermektedir.

Platon’a göre sanat; ikinci elden mimesis, yani yansımanın yansımasıdır.

Sanatçıyı kötü bir taklitçi olarak tarif eden Platon, sanatçıyı, kötülükleri tasvir etmekle ve kötü şeylerin reklamını yapmakla da suçlamıştır.

İdealar teorisi ile bu kainattaki güzelliklerin birer gölge ve yansıma olduğunu ileri süren Platon, asıllarının idealar olduğunu iddia eder. Daha ileri safhalarında Platon sanatın; ruh güzelliğinin ve ilahi güzelliğin yansıması olduğu fikrine ulaşmıştır.

Bu düşünceleri ile tevhid hakikatine de yaklaşmıştır. Bediüzzaman bir eserinde Platon’un bazı hakikatleri yakaladığına işaret etmektedir. (Bediüzzaman,Sözler,1993,545)

 Bediüzzaman eserlerinde yansıtma kurmınadan pek çok yerde bahsetmektedir. Kainatta gördüğümüz bütün güzelliklerin Esma-ül Hüsnanın ve İlahi güzelliğin yansıması olduğunu sık sık dile getirmektedir. Ayrıca Nur temsili adını verdiği ünlü allegorisi de yansıtma teorisinin çok açık bir ifadesidir. Bu allegoriye göre akıp giden su kabarcıkları üstünde yansıyan pırıltılar daimi bir güneşi göstermektedirler. Kabarcıklar akıp gitsede güneş bakidir. Dünyadaki akıp giden yaşamda ebedi bir yaratıcının güzelliklerini ve isimlerini yansıtmaktadırlar. Bu allegori Estetik biliminde Platonun mağara allegorisi etkisi gibi Bediüzzamanın eserlerinde çok etkili bir temsil olmuştur.

 

“Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister” Bediüzzaman’ın ünlü bir vecizesidir.

Sanatçı merkezli bir yaklaşımla kendinde güzellik ve mükemmellik bulunan bir sanat sahibinin sanatını görmek ve göstermesinin iki şekilde olacağını belirtir. Birisi bizzat kendi sanatının hassas bakış açısıyla diğeri sanattan anlayan başkalarının bakış açısı ve takdir etmesiyle olabilir.

Bir eserinde Bediüzzaman, insanın bu dünyaya gelmesinin gayesini bu dünyadaki güzellikleri ve sanatı görmek ve değerini tartmak olduğunu açıklar. (Bediüzzaman,Sözler,1992,127)

 Bediüzzaman duygusal etkileşim kuramına işaret eden  bir eserinde ise bu güzellikleri yaratan Sani’in muhatabına kendini sevmek ve sevdirmek istediğini ve duygusal bir ilişki kurduğunu ifade eder. (Bediüzzaman,Sözler,1992,628)

Biçimcilik kuramına da belagati açıkladığı eserlerinde işaret eden Bediüzzaman, bir sanat eserindeki en büyük meziyetin onun belagati (muktezayı hale mutabık ifade etmek), cezaleti, selaseti, icazı (veciz olması) ve i’cazı (insanları aciz bırakması) vb. özellikleri olduğunu açıklar. (Bediüzzaman,Sözler,1992,368)

 

 

 

II-4-ASAR-I BEDİİYE’DE BELAGAT VE SANAT

 

Belagat Arap dili ve edebiyatı çerçevesinde gelişen bir bilim dalı olduğu halde en önde gelen belagat alimleri Türklerden çıkmıştır.

Medreselerde asırlarca edebiyat ve sanat teorisi olarak okutulan belagat bilimi; Kuran ayetlerinin fesahat, cezalet, selaset, icaz ve i’caz gibi edebi sanat yönlerinin araştırılması ile gelişmiştir. Kuranın mucizevi edebi sanatlarını açıklamak için yaptığı çalışmalarla belagat biliminin sistematiğininde temellerini atan Zamahşeri (H.467-538) Türk olduğu gibi, belagat biliminin diğer önde gelen bir bilgini olan ve bu konuda çok önemli bir eser yazan Sekkaki (H.555-626) dahi Türk’tür.

Belagatin klasik tanını şöyledir.

Sözün fasih olmakla birlikte, muktezayı hale ve makama mutabık olmasıdır. Yani fesahat; kelimelerde ve kelimelerden oluşan sözde, mana, ahenk ve söyleyiş bakımından herhangi bir kusurun bulunmaması, sözün ifade edildiği an ve durumun gerektirdiği en uygun ifadeyi bulmaktır. Yerinde ve sanatlı bir ifade belagatin en önemli bir unsurudur. (Ayvazoğlu,1989,134)

Asar-ı Bediiyye’de belagat güzel ifade biçimi ve muktezayı hale mutabık söz söyleme sanatı olarak tarif edilir. (Bediüzzaman, Asar-ı Bediiye,1979,225)

Belagat, maksada en uygun ve yerinde ifade etme olmakla birlikte, herkesin o ifadeden doğru mesajı alması anlamına da gelmektedir.

Kuranın ilk vahyedildiği yıllarde Araplar edebiyatta ve belagatte çok ileriydiler. Şiir ve hitabet onların günlük hayatlarının vazgeçilmez bir parçası olmuştur.bir edibin veya şairin bir sözü ile bazen savaş çıkar veya barış yapılırdı.Her yıl düzenlenen yarışmalarla ilk yedi dereceye giren Muallakat-ı seba adı verilen şiirler, altın harflerle yazılıp Kabe duvarlarına asılırdı.Hz. Muhammed Kuranı insanlara ilk anlatmaya başladığı zaman ilk tepkiyi edebi yönden almıştır. Onu ümmi, okuma yazma bilmeyen biri olarak tanıyan herkes bu kadar edbi ifadeleri nereden bulup getirdiğine şaşırmış ve onu sihirbazlık, kahinlik ve şairlikle tanımlamaya çalışmışlardır. Onun getirdiği Kuran bütün edipleri ve şairleri münazara davet etmiş, Kuranın bir benzerini getirmeleri için onlara meydan okumuştur. Kurana karşı sanatlı bir ifade biçimi geliştirmekten aciz kalan karşıtları böyle kolay bir yolu bırakıp onunla savaşmayı tercih etmişler ve mağlup olup perişan olmuşlardır. Müseylemet-ül Kezzap gibi bazı şairler ise yazdıkları şiirlerle maskara olup gülünç duruma düşmüşlerdir. (Bediüzzaman,A.g.e.284)

Kuranın en önemli balagat özelliklerinden biriside her tabaka insana hitap etmesidir. En ami avamdan en yüksek entelektüel tabakaya kadar her insana bir mesaj veren Kuran, bu ifadeciliği ile1400 küsür seneden bugüne kadar, pek çok insanı aydınlatmış ve pek çok bilimin beşiği olarak büyük medeniyetlere kaynak olmuştur.

Belagat konusunda bundan sekizyüzyıl önce çok kapsamlı bir eser yazan Sekkeki’nin “Miftah-ül Ulum” adlı eseri uzun yıllar boyunca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş, Kazvini ( 1202-1283) tarafından “ Telhis-ül Miftah” adıyla anılan  bir şerhi yazılmıştır.

Telhis-ül Miftahında pek çok şerhi yapılmıştır ki bunlardan en önemlisi, Taftazani’nin (1322-1389) “Mutavvel” adlı eseridir. Osmanlı medreselerinde edebiyat ve belagat dersleri için daha çok bu kitaplar okutulmuştur. Belagate dair Türkçe Bediüzzaman’ın Muhakemat adlı eseri dışında, Ahmet Cevdet Paşanın, latince harflerle basılmamış çalışmaları dışında günümüze kadar gelmiş başka bir eser bulunmaması, Osmanlı son dönem ve cumhuriyet dönemi aydınlarının bir ayıbıdır.

Bediüzzaman asar-ı Bediiyyenin en önemli bölümü olan ve 1911 de yayınladığı Muhakemat adlı eserinde medreselerde okutulan belagati, fonksiyonel hale getirip, bir sanat felsefesi olarak izah etmiştir. Osmanlı medrese eğitiminin yenilikçi olmamasını ve aynı şeyleri , asırlardır hiçbir yenilik yapmadan tekraredilmesini eleştirmiş ve bu konuda en güzel örnekleri Asar-ı Bediiyyede ortaya koymuştur.

Unsur-ül Belagat bölümünde sanatın inceliklerini anlatan Bediüzzaman, sanatta öz ve biçim sorununu, mecaz, üslup, yansıtma, soyut güzellik, sanatta uzmanlaşma, sanatta yaratıcılık ve sanat felsefesi gibi konuları çözümlemiştir.

 

 

II-5- ASAR-I BEDİİYYEDE SOYUT GÜZELLİK KAVRAMI

 

   Bediüzzaman asar-ı Bediiyyenin Muhakemat adlı bölümünde Hüsn-ü Mücerret - Soyut Güzellik konusunu şöyle ele alır.

“Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir.” (Bediüzzaman, Muhakemat,1993,87)

 

Bugünün dili ile açıklarsak “fikirlerin ve duyguların en tabii ifade şekli, dışavurumu, mana ve kavramların bir ölçü ve estetik kaygı ile düzenlenmesidir. Yani sanatta; biçimin estetik ve düzeni, içeriği yansıtmak içindir. Bununda mantıkla desteklenmesi gerekir. Yani sensitiv-duygusallık yanında intellektiv-bilinçli bir tasarım da olması gerekir. Bu ise ilk çağlardan günümüze kadar gelen bütün estetik ve sanat kuramları ve birikimleri ışığında olmalıdır. Bu deneysel gerçekliğin esasları ise her şeyin özünde yatan inceliktir. Dış dünyada gördüğümüz bütün ilham kaynaklarımız bu estetik incelik ve güzelliklere dayanır. Bu inceliklerin ve mükemmelliklerin kaynağı soyut güzelliktir. Sanatçıları bir bülbül gibi bu güzelliklerden ilham alarak yaratıcı tasarımlara sevk eden işte evrende hükmeden bu soyut güzelliğin armonisidir.”

 

II-6-SANATTA UZMANLAŞMA

 

Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin suret-i hakikiyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve meded verici etmez ise malûmat-ı perişanından bir suret-i acibe temessül edecektir.

Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen ve zenav gibi yapmaktır. (Bediüzzaman, Muhakemat,1993,29)

 

Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; istidadı san'atta intişar ve tedahül ve san'atın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal.. elhasıl, fena fi-s san'at olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san'atın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san'ata olan meyliyle; teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san'atın suretini çirkin eder. Zira bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san'atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur. (Bediüzzaman, Muhakemat,1993,54)

 

Yani, bir insan yeteneği olan bir alanı terk edip, maymun iştahlılık edip, başka başka lanlarda dolaşsa, kendi doğasına ve yaratılışına ters hareket etmiş olur.

Çünkü bir sanatta veya alanda başarılı olmak ancak, o alanda yoğunlaşmak ve sevgi ve fedakarca çalışmakla mümkün olabilir. Yani sanatında fani olmak, sanatıyla bütünleşmek gerekir.

İnsan doğası gereği yetenekli olduğu alanda gelişip uzmanlaşması gerekirken, her alana , bilhassa yeteneği olmayan  alanlara el atsa yetenekli olduğu alanı ihmal etmiş olur. Hem de el attığı diğer alanlarda da çok başarılı olamaz ve onlarda yarım yamalak olur. İnsan teork olarak her alana yetenekli gibi görünse de pratikte sadece bir iki alanda yetenekli olabilir. Ömrü ancak bir alanın inceliklerini ve ayrıntılarını öğrenmeye yetebilir, belki de ona bile yetmez. Her şeye el atmak demek her şeyi terk etmek demektir. Bir alanda uzmanlaşmak o alanı temsil etmek demektir. O alanın, bilim ve sanat dalının aynası olmak gerekir. Diğer ilgili sanat ve bilim dalları ise, yardımcı ve tamamlayıcı birer eleman olarak o uzmanlık alanına takviye olunur.

 

II-7-SANATTA YARATICILIK

 

Bediüzzaman insanı yeryüzünün, hatta bütün alemin kaşifi ve gezgini, hatta bir sanat izleyicisi olarak tarif eder. İnsanın diğer canlılardan çok üstün duygularla ve kabiliyetlerle yaratılmış olduğunu vurgular. (Bediüzzaman,Sözler,1993,27,127)

Ayrıca insan keşfetmek, yenilik ve gelişme peşinde olmak ve tasarım yapmak özelliklerine sahiptir. Bediüzzaman Allahın bilinmesi ve tanınmasının sırrını ene-ben kavramı ile açıklarken; insanın cüzi ilmi, cüzi kudreti, kesbi sanatçığı ile sonsuz ilim, kudret ve yaratıcılık gibi kavramları anlayabileceğini söyler. Yani insandaki kabiliyetler O’nu anlamaya bir ölçek olur. (Bediüzzaman,Sözler,1993,537)

Sanat kelimesi Arapça Sun, San’a köklerinden gelişmiş bir kelime olup yaratmak, yapmak anlamlarına gelir. Sanat ve zanaat gibi kavramlar da zaman zaman tartışılmakla birlikte Yaratmak kelimesi Batı sanatının etkisi ile 20.yüzyılda terminolojimize girmiş ve beraberinde bazı sorunları da ortaya koymuştur.

Sanatta yaratıcılık kavramı, yeni bir tasarım gerçekleştirmek ve yeni kreasyonlar ortaya koymak anlamında kullanılır. İslam terminolojisinde yaratmak fiili sadece Allah mahsus bir sıfattır. Ancak Batı dünyasında Creation-Creativ ile ifade edilen yaratıcılık kavramı Tanrısal özelliği ile dini bir tanım olmakla birlikte, bildiğimiz moda dünyasındaki kreasyon veya sergi organizasyonundaki küratör kavramları gibi sanatta da kullanılmaktadır. Bizde de Batı Sanatına yönelme ile birlikte bu kelime aynı anlamlarla kullanılmaya başlanmıştır. Geleneksel Türk İslam sanatında sanatçı ancak kendini İlahi sanatın öğrencisi ve aynası olarak görür ve yaratıcı olmak onun haddini çok aşan bir kavramdır.

Bediüzzaman yaratıcılık kavramını ikiye ayırır. Birisi yoktan, hiçten bir şey yaratmaktır ki bu her şeyi yoktan yaratan Allaha mahsustur.(Bediüzzaman,Lemalar,1992,194)

İkincisi ise var olan şeylerden yeni ve farklı bir şey yaratmaktır. Bunun tasarım yapmak, yeni bir şey keşfetmek ve daha önce yapılmamış veya benzeri olamayan bir şey yapmak anlamında kullanılması da mümkündür. Yeni bir şey düşünmek, keşfetmek, tasarlamak ve yaratmak adeta insanın doğasında var olan ene-ben’in bir özelliğidir. İnsan bu özelliği ile İlahi sanatın ve yaratıcılığın aynasıdır.

Örümceğin ağ örmesi, arının petek yapması, bülbülün çorap şeklinde yuva yapması gibi tabiatta ve canlılar aleminde var olan bazı harikaları ilahi bir sevk ve ilham ile ifade eden Bediüzzaman sanatı ve sanatçıyı da ilahi bir sevk ve ilhama mazhar olmakla tanımlar. Tabiaatta alışılagelmiş ve ülfet ile sıradanlaşmış şeyler sanatçı bakış açısı ile farklı algılanabilir. (Bediüzzaman,Mesnevi-i Nuriye1992,165)

Bediüzzaman eserlerinde; insanın bir ayna olduğunu ve İlahi isimlerin ve sıfatların insanda yansıdığını söyler. İnsan Cüzi ilim, irade, kudret, sanat, sevgi, şefkat, merhamet gibi pek çok özellikleri ile ayna olmaktadır.

Bazı Avrupalı estetler, insanın sadece kendisini ifade etmek ve kendisini aşmak için sanat ve yaratım eyleminde bulunduğunu savunmaktadırlar. Psikanalist düşünce ise sanatçının süper ego olan toplum ve din tarafından baskı altında tutulan idefiks ve şuuraltındaki saplantıların sanat ve yaratıcılık olarak ortaya çıktığını iddia eder. (Yetkin, S.Kemal, Estetik ve Ana Sorunları, S:14)

Bediüzzaman insanı ve sanatını şuurlu bir tasarım ve ilahi ilhamlarla ortaya çıktığını, insanın kendisini ifade etmesini ve aşmasını ise kamil insan olmak için bir basamak olduğunu ifade etmiştir. (Bediüzzaman,Asar-ı Bediiyye,1979,196)

 

II-8-KURAN VE BATI SANATI  KARŞILAŞTIRMASI

 

Bediüzzaman eserlerinin bazı bölümlerinde sık sık İslam sanatı ve düşüncesi ile Batı sanatı ve felsefesini mukayese etmektedir.

Asar-ı Bediiyyenin lemaat adlı bölümünde sanatın insanda çeşitli duyguları ve hisleri uyandırdığını, insana haz ve heyecan verdiğini, bunun da iki türlü olduğunu söyler.

İnsan çeşitli sanat faaliyetleri ile ya neşelenir veya hüzünlenir.Hüzün iki kısma ayrılır. Biri kimsesizlik, yalnızlık ve hiçlik duygusudur. Karanlıklı, çıkışı olmayan, boşluk içinde bir hüzün şeklidir. Diğeri bir dosttan ve sevgiliden ayrılık hüznüdür ki, dost ve sevgili var, fakat ondan ayrı kalınmış ve kavuşma özlemi içindedir. İslam sanatının özünde var olan hüzün, özlem ve kavuşma ümidi olan bir hüzündür. Batı sanatında ise tragetya ve hüzün boşluk içinde bir acıya dönüşmektedir.

Neşe duygusu da ikiye ayrılır. Batı sanatını insana verdiği neşe şehvet ve nefsin arzularını kamçılar. İslam sanatı ise nefsin arzularını kontrol altına alıp, meşru dairede ahlaki değerlerin korunduğu bir neşe duygusunu teşvik eder. Yüksek ruhlu insanların zevk aldığı şeylerden çocukça bir heves sahibi ve sefih ruhlu insanlar zevk alamaz. (Bediüzzaman,Asar-ı Bediiyye,1979,579)

Bu yüzden süfli zevklerle, şehvet ve erotizmle beslenen bir sanat içinde yetişenler ruhani ve manevi zevklerden haz duyamaz, lezzet alamaz.

Bediüzzaman göre sanatın üç ana konusu vardır. Biri güzellik ve aşk, ikincisi kahramanlık ve milli duygular, üçüncüsü gerçeği aramak ve hakikati tasvir etmektir.

Batı sanatı aşk ve güzellik konusunda gerçek aşkı ve güzelliği bilmemekte ve erotizmi teşvik etmektedir. Kalbi sevgi yerine cinselliği ön plana getirerek, gerçek sevgiyi köreltmektedir.

 Kahramanlık konusunda zalimleri, diktatörleri alkışlamaktadır. Güçlü olanın yanında yerlamakta ve hakkı kuvvet karşısında mağlup etmektedir.

Gerçeği arama ve hakikati tasvir maddesinde, kainatı bir sanat ve sergi suretinde görememekte ve her şeyi maddeye ve tesadüfe havale etmektedir. Bu yüzden maddeciliği aşılamakta ve inançsızlığa kapı açmaktadır. (asarı bediiye 580)

Bütün sanat dalları insanlara iyilik mesajları vermelidir. Ancak bazen kötü şeyler de tasvir edilmekte ve kötülüğün reklamı yapılmaktadır. İnsanlar dolaylı yoldan kötülüğe teşvik edilmekte ve ahlaksızlığa yönlendirilmektedirler. Batı sanatını bu yönü etik olarak eksikliklerle doludur. Bediüzzaman “batılı tasvir etmek safi zihinleri bulandırır” diyerek buna dikkat çekmektedir. (Bediüzzaman,Asar-ı Bediiyye,1979,641)

Kuran ve İslam sanatı insanı güzel ahlaka, gerçek sevgiye, erdem ve fedakarlığa teşvik etmektedir. Bütün güzellikleri yaratan Yaratıcının aynası olmak İslam sanatının esasını oluşturur.(Bediüzzaman,Asar-ı Bediiyye,1979,580)

Bediüzzaman bir eserinde; Kuranın putperestliği yasakladığı gibi onun bir benzeri olan suretperestliği de yasakladığını söyler. Zalimlerin ve diktatörlerin gurur abidesi heykellerini dikmenin taşlaşmış bir zulüm olduğu ifade edilir. Erotizm, pornografi ve müstehcenlik, yasaklanmış suretperestliğin bir bölümünü teşkil eder. Bunlar insanları ruhen alçalttığı gibi, kadınları sadece cinsel obje olarak görmenin onlara karşı bir saygısızlık olduğu ifade edilir.(Bediüzzaman,Sözler,1993,410)

Bediüzzamanın kuran ve Batı medeniyetinin sanat anlayışlarındaki bu karşılaştırmasının bir benzerini Tolstoy’un (1828-1910) Sanat Nedir adlı eserinde görmekteyiz. Tolstoy “İslam sanatının zevk düşkünü Avrupa sanatına olumsuz tavır takındığını, eğer sanat batıdaki bu çirkin v tehlikeli karakteriyle devam ederse, gün gelip yok olma tehlikesiyle karşılaşacağını, bu açıdan İslam sanatının Batı sanatındaki ahlaksız kısımları yontarak düzelttiğini ifade etmiştir. (Tolstoy,1992,62)

 

II-9-SANATTA MİLİ VE EVRENSELLİK

 

Kültürde ve sanatta millilik ve evrensellik kavramı çok tartışılan konulardır.

Bir yandan milli kültürün korunmasını ve gelenekçiliği savunanlar, bir yandan da evrensel kabul edilen farklı milletlerin kültürlerinden faydalanmayı ve yenilikçiliği savunanların tartışmaları hiçbir zaman bitmemiştir.

Şüphesizki değişim ve gelişme insanın doğasında vardır. Ancak bir milleti millet yapan unsurların korunmasıda o milletin bekası ve devamı için gereklidir.

Evrensek kültürü bütün insanlığa malolmuş maddi ve manevi değerler olarak algılayabiliriz. İnsanlığın gelişiminde en etkili olan milletlerin kültürel unsurları elbette ki evrensel kültür içinde daha fazla yer almıştır. Batı kültürü kavramınıda Avrupadaki milletlerin insanlığa malolmuş ve birbirleriyle olan diyalogları sonucu geliştirilmiş ortak bir kültürel ilişki plarak görebiliriz. Ancak Batı kültürünün evrensellik kavramı hiçbir zaman Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan gibi milletlerin ulusal kültürlerini yok etmemiş belki daha fazla zenginleştirmiştir. Ortak hıristiyan kültürü etkisi ilede milli sanatları evrensel sanat içinde yerini almiştır.

Türk ve İslam kültür ve sanatının unsurlarıda Tarih süreci içerisinde evrensel kültür içinde yer almış ve etkili olmuştur. Bilhassa Avrupanın ortaçağ karanlığından kurtulmasında ve rönesansta yeniden doğuş hareketinde çok etkili olmuştur.

Bediüzzamana göre,  dünyanın sanatta, bilimde, kültürde ve teknolojide yaşanan gelişmeler insanlığın ortak çabasının sonucudur. Hatta Avrupanın ilerlemesinde İslam medeniyetinin tesiri büyüktür.

Tanzimattan bu yana yaşanan ynilikçilik ve gelenekçilik tartışmalarına bir çözüm aramış, yeniliklere ve yabancı kültürlere sıcak bakmayan gelenekçiler ile geleneklere ve milli değerlere sırtını dönmüş ve yüzünü batıya çeviren aydınlar arasında bir uzlaşma aramıştır.(Bediüzzaman,Asar-ı Bediiyye,1979,151)

Milli adetlerin bir milletin bekasını sağladığını, milli değerlerini tamamen terkeden bir toplumun ileriye değil geriye gideceğini, ancak evrensel kültür unsurlarındaki güzelliklerden de  faydalanmak gerektiğini belitmiştir. (A.g.e.,359)

Kültür,sanat ve teknoloji transferlerine önem veren Bediüzzaman bu konuda Japonları örnek vererek onların Batıdan Evrensel kültür, bilim ve teknolojileri transfer ederken kendi öz kültürünü ve milli değerlerini muhafaza etmişlerdir.(A.g.e.149)

Tamamıyla gelenekçi ve yeniliklere karşı olan mutaassıp muhafazakarlık düşüncesine karşı çıkan Bediüzzaman Batılıların farklı inanaç ve kültürlere sahip olmalarının onların geliştirdikleri ve insanlığa malolmuş sanat ve teknolojilerinden faydalanmamıza mani olmayacağını ifade etmiştir.Bu konuda farklı din ve milliyetten bir doktora muayene ve tedavi olmakta bir mahsur olmadığını ve gerektiğinde  zorunlu olduğunu örnek verir.(A.g.e.396)

Tabiiki kendi milli değerlerine ve geleneğine tamamen yabancı ve hatta düşman olan ve evrensellik kavramı arkasına gizlenip milli kültür ve değerleri tahrip etmek isteyenlerede karşı çıkar. Bunun millete fayda yerine zarar getireceğini ilerlemesini değil yozlaşmasına sebep olacağını açıklar.(A.g.e.645)

Yabancı ve evrensel kültürlerin transferinde önmeli bir başka probleminde yabancılaşma ve şekilcilik olduğuna değinen Bediüzzaman yüzeysel ve hetorojen bir transferin kültürel dejenerasyona yol açacağına ve toplum içinde kültürel uçurumlar doğuracağına dikkat çeker. “Yürüyüşünü terketti başkasının yürüyüşünü de öğrenemedi” atasözünü örnek vererekbaşka bir kültürü alayım derken kendi kültürünü de kaybeden insanların toplumsal sorunlara yol açacağını söyler.(A.g.e.646)

Bediüzzamanın evrensellik ve milli sanat hakkındaki görüşlerinin bir benzerini Tolstoyun Sanat Nedir adlı eserinde de  görmekteyiz. Bu da iki düşünüründe milli sanata ve ahlaki değerlere çok önem verdiklerini göstermektedir.(Tostoy,1992,108)

 

III-BÖLÜM

III-1-ÖZET

 

Asar-ı Bediiye Geleneksel Osmanlı düşüncesi ile yenilikçi batılılılaşma düşüncelerinin çatıştığı bir dönemde ortaya çıkmış, pozitif bir uzlaşma performansı ortaya koymuş bir şaheserdir.

“Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir, aklın nuru fünunu medeniyedir, ikisinin imtizacından hakikat tevellüt eder” sloganı ile aklı medeniyete, vicdanı inanca davet eden Bediüzzaman klasik Osmanlı mederesesi eğitimi ile Avrupa tarzı mekteplerin aralarında bir konsesnsüs oluşturulmasına çalışmıştır.

Gelenekçi İslam düşüncesi ile modern düşünce sistemleri arasında bir senteze giderek geri kalmış Osmanlı toplumuna kendisine yabancılaşmadan ilerlemenin yollarını göstermiştir.

Pekçok büyük eserlerle kendini gösteren Türk ve İslam sanatının estetik ve sanat felsefesine dair elimizde yeterince yazılı kaynak mevcut değildir. Günü gününe hatıralarını yazdıran Mimar Sinanın dahi günlüklerine ulaşabilmiş değiliz. Var olanlar ise eski yaz ile müzelerin ve eski kütüphanelerin arşivlerinin tozlu rafları arasında saklanmaktadır. Batının faydalanarak ortaçağ karanlığından kurtulup Rönesansla yeniden doğduğu,  pek çok konuda Avrupaya üstadlık etmiş İbn,i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi gibi pekçok müslüman filozof ve alimlerin sanat ve estetik hakkındaki düşüncelerinden habersiziz.

Bediüzzamanın eserlerinde medreselerde o güne kadar okutulan felsefe, kelam, belagat gibi ilimleri yorumlayarak sanat ve estetik alanlarının problemlerine çözüm getirecek düşünceler ortaya koyduğunu görmekteyiz.

Sanatın ve estetiğin tanımlanması, güzellik gibi çirkinliğinde estetik ve sanat içinde bir yeri olduğunu, sanatın insan ruhundaki güzellikten doğduğunu, doğal güzelliklerin sanat güzelliği olarak değerledilimesi gerektiği, soyut güzellik, yansıma, anlatımcılık, duygusal etkileşim ve biçimcilik gibi sanat kuramlarını aydınlatacak fikirlerini serdettiğini ve bu konularda Batılı sanat ve estetik adamlarını ulaştıkları bilimsel verilere benzer sonuçlara ulaştığını görmekteyiz.

 

 III-2-SONUÇ

 

Bugün güzel sanatlarda okuduğumuz, modern estetik bilimi ve sanat felsefesi ile Bediüzzamanın açıkladığı belagat ilmi ve Kuran ve İslam Sanatı  arasında büyük benzerlikler gördük.

Türk ve İslam toplumlarının gerek tarih sürecinde ortaya koydukları eserler ve gerekse düşünür ve sanatçıları açısından bu kadar büyük bir potansiyele sahip olmalarına rağmen Betının taklitçisi durumuna düşmesi acı vericidir. Bu kadar zengin hazinelere sahipken Batının kaynaklarına muhtaç hale gelmek, yozlaşıp sadece tüketici durumuna düşmek düşündürücüdür.

Gittikçe sanattan uzaklaşan, bilim ve sanat namına sadece Batının ürettiklerini tüketen bir toplumun refah seviyesinin yükselmesi ilerlemenin bir göstergesi olamayacağı muhakkaktır.bir millet kendi değerlerini, sanatını ve kültürünü yaşattığı ve geliştirdiği oranda bekasını devam ettirir.

Bu çalışma ile Risale-i Nur Külliyatını ve Bediüzzamanın sanat ile ilgili tüm düşüncelerini ortaya koymak mümkün olamamıştır. Çok kapsamlı olarak estetiğin ve sanatın temel problemlerinin, farklı bilim ve sanat dallarından araştırmacılar tarafından tek tek ele alınıp Kuran ve İalam estetiğnin incelenmesi gereklidir.

 

III-3-ÖNERİLER

 

Bu tez çalışması sonucunda şu öneriler çıkarılmıştır.

1.      Türk Sanatını, öz kaynaklarımıza inerek incelemeli, dayandığı estetik ve sanat felsefesini araştırarak ortaya koymalıyız.

2.      Türk sanat tarihi boyunca ortaya koyulmuş sanat eserlerini sanat felsefesi açısından hangi temellere oturduğunu araştırmalıyız.

3.      İslam ve Kuran düşünce yapısının Türk Sanatına esyeyik ve sanat felsefesi olarak ne tür etkileri olduğunu incelemeliyiz.

4.      Tarihin tozlu rafları arasında kalmış ve kimbilir hangi müzelerin depolarında saklanan tarihi kaynakları, el yazma eserleri gün ışığına çıkartmalı ve kamuoyuna kazandırmalıyız.

5.      Platon ve Aristo gibi filozofları yorumlayarak İslam düşüncesi ile bir senteze ulaşıp, daha sonra bunun Batıya aktarılması ile ortaçağın sonunu hazırlayıp Rönesansın oluşumuna katkıda bulunana İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd gibi büyük İslam düşünürlerinin eserlerini ve düşüncelerini sanat ve estetik açısından incelemeliyiz.

6.      Batı sanataı ve düşüncesi yanında Çin, Japon,Hint,Mısır,İran vs gibi doğu ülkelerinin de sanat ve estetiğini incelemeli evrensel değerler olarak etüd etmeliyiz.

 

 

 

 

III-4-KATOLOG

 

Tabiatları latif, ince ve latif san'atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam -mağara ve dağ heykelleri gibi- şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca parlasın.

Lâkin müdakkik bir kimse, o ezdadı cem'eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin kaba şeyler kasden yapılmıştır ki; güzellik, intizam, letafet artsın. Zira güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar.

( Bediüzzaman,Mesnevi-i Nuriye,1992,211)

 

Gayet zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok san'atlarda mahir bir zât; âsâr-ı san'atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa', musanna' yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeğe hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin" diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni'-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ve letaif ile murassa olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev'inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.

(Bediüzzaman,Sözler,1993,472 )

 

Çok güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebeb olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddid defa çirkindir. Meselâ; vâhid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı birtek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasılki soğuğun vücuduyla, hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de: Cüz'î şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler. Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünki, neticelerin çoğu güzeldir. Evet yağmurdan zarar gören tenbel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez; rahmeti zahmete çeviremez.

(Bediüzzaman,Şualar,1993, 30)

 

Kâinatta maksud-u bizzât ve küllî ve şümullü olarak yaratılan ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz'iyet kabilinden tebaî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nev'lerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.

(Bediüzzaman,İşarat-ül İ’caz,1992,28)

 

Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat'î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemalin ışıklarıdırlar.

 

Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.

(Bediüzzaman,Şualar,1993, 76)

 

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

   Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur. Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki eşyanın insana aid gayesi bir ise, Sâniinin esmasına aid binlerdir.

   Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ: Atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ: Kar'ı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder. Meselâ âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san'ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.

   İşte menba-ı edeb olan Kur'an-ı Hakîm'in bazı tabiratı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasılki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san'at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.

(Bediüzzaman,Sözler,1993,231)

 

 

Hemde sanat-ı hayaliyesi ile tabiata şakirdlik etmek gerektir. Ta tabiatın kavanini onun sanatında inikas edebilsin.

(Bediüzzaman,Muhakemat,1993,:107 

 

Demek ruhun manevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor.

(Bediüzzaman,Sözler,1993,620)

 

Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.

(Bediüzzaman,Şualar,1993, 77)

 

 

SUAL: Niçin Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?

ELCEVAB: Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra onundur" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir." der ve cüz'î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçığıyla o Sâni'-i Zülcelal'in ibda-i san'atını anlar.

Meselâ: "Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş" der.

(Bediüzzaman,Sözler,1993,537)

 

 

Evet Kadîr-i Zülcelal'in iki tarzda icadı var. Biri; ihtira' ve ibda' iledir. Yani hiçten, yoktan vücud veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri; inşa ile, san'at iledir. Yani kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tâbi' olan zerratları ve maddeleri, rezzakıyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır. Evet Kadir-i Mutlak'ın iki tarzda, hem ibda' hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay en sühuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin enva'-ı zîhayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, "yoğu var edemez!" diyen adam, yok olmalı!.. (Bediüzzaman Lemalar,1992,194)

 

Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma'kesidir... Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir.

 (Bediüzzaman,Muhakemat,1993,.88)

 

Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

   Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

   Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur'anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

   Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

   Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

   Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

   Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlahî suretinde bakmaz,

   Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

   Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

   Yine ondan gelen, dalaletten neş'et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez.

   Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

   Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

   Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

   Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: "Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz."

   Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

   İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur'andaki edebse hevayı karıştırmaz.

   Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

   Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san'at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

   Marifet-i Sani'in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

   Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş'et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

   Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

   O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.

   Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta'tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

   Kur'anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

   Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san'at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

   Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

   Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem'iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

   Her köşede istinas, o cem'iyet içinde mahzunu vaz'ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

   İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

   Kur'anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.

   Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur'anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

(Bediüzzaman,Sözler,1993,736)

 

Nasılki gayet mahir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i latifinden gayet güzel bir hasna'nın suret ve heykelini yapmak istese; evvelâ, o iki şeyin umumî şekillerini bazı hatlarla tayin eder. Şu tayini, bir tanzim iledir, bir takdir ile yapıyor. Hendeseye istinaden hudud tayin ediyor. Şu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor ki, tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet manaları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. İşte kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki: İçindeki pergelin harekâtıyla tayin edilen a'zalar, san'atkârane ve inayetkârane düşüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun' ve inayet manaları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. İşte ondandır ki; bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise; sun' ve inayeti çalıştıran, irade-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki; tezyine, tenvire başladı. Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayatdarlık heyetini verdi. Elbette şu tahsin ve tenvir manasını çalıştıran, lütuf ve kerem manasıdır. Evet o iki mana, onda o derece hükmeder ki; âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir. Şimdi bu mana-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, "teveddüd ve taarrüf" manalarıdır. Yani: Kendini, hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek manaları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor. Madem rahmet ve irade-i nimet, arkada hükmediyor. Öyle ise o heykeli, nimetin enva'ıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin suretini de bir hediyeye takacak. İşte o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymetdar nimetler ile doldurdu ve o çiçek suretini de bir mücevherata taktı. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani "acımak ve şefkat etmek" manası, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün manasını tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki manevî cemal ve kemaldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemalin en şirin cüz'ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san'at âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani cemal ve kemal, (çünki bizzât sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemal madem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. İşte heykele konulan ve surete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemal-i manevînin -kendi kabiliyetlerine göre- birer lem'asını taşıyorlar. O lem'aları hem cemal sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.

(Bediüzzaman,Sözler,1993,627)

 

Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suret-perestliği de men'eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehasininden sayıp Kur'ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur'an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder. Tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta' hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.

 (Bediüzzaman,Sözler,1993,410)

 

İnsanların san'atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san'atkârına nisbet ederek o san'atkârı yâd etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

(Bediüzzaman,Sözler,1993,311)

 

   Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tabir-i diğer ile beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise; hariciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle: Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarîkiyle ve vehmin tasarrufuyla şâirane olan maneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in'ikas eden hakikatın şualarını temessül eder. Güya kendi san'at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklid ve muhakât eder. Evet kelâmda hakikat olmaz ise de, en ekall şebih ve nizamından istimdad etmek ve onun danesi üzerinde sünbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sünbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sünbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise; belâgat hurafat gibi hayal gul gibi sâmi'e hayretten başka bir faide vermez.

(Bediüzzaman,Muhakemat,1993,102)

 

Hem de san'at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirdlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavanini onun san'atında in'ikas edebilsin.

(Bediüzzaman,Muhakemat,1993,107)

 

Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir.

(Bediüzzaman,Muhakemat,1993,86)

 

Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; istidadı san'atta intişar ve tedahül ve san'atın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal.. elhasıl, fena fi-s san'at olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san'atın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san'ata olan meyliyle; teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san'atın suretini çirkin eder. Zira bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san'atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur.

(Bediüzzaman,Muhakemat,1993,53)

III-5-TANIMLAR

 

AHENK:Armoni, bir kompozisyonu oluşturan elemanların uyumu.

ASAR:Eserler,  sanat eserleri.

BEDİ: Allahın herşeyi güzel ve estetik yaratıcı ismi.

BEDİİ: Hayret verici güzellikte olan, estetik.

BEDİİYYAT: Estetik bilimi.

BELAGAT: Halin gerektirdiği en iyi ifade biçiminin kullanılması.

BİLFİİL: Olabilirlikten oluşa geçme hali.

BİLKUVVE: Olabilir olan.Olması mümkün olan.

CEMAL: Güzellik sahibi. Allahın güzellik sahibi ismi.

CEMİL: Güzelleştirici. Allahın güzelleştiren ismi.

ESMA-ÜL HÜSNA: Allahın güzel isimleri.

ESTET: Estetik bilimi ile uğraşan.

FESAHAT: İfade ve sözün kusursuz ve akıcı olması.

HALIK: Yaratıcı olan Allah.

FTRAT:Yaratılış, birşeyin yaratılışı ve doğası.

İDEFİKS: Saplantı.İnsanların bilinçaltındaki bastırılmış duyguları.

İLHAM: İnsanın kalbine doğan ve aklına gelen manalar.

KADİR: Kudret ve güç sahibi Allah.

KEMAL: Olgunluk, mükemmellik.

KONTRAS: Zıtlık.

MİMESİS: Yansıtma, Yansıma teorisi.

MUSAVVİR: Tasvir eden. Allahın tasvir edici ismi.

MÜSTEHCEN: Ahlaki kurallara uymayan, erotizm içeren.

NAZARİYE: Teori, kuram.

RAB: Allahın herşeyi terbiye edici ismi.

SANİ: Allahın sanatkar ismi.

SÜPER EGO: İnsanın benlişğinin üzerinde yer alan din,ahlak ve kanun kuralları.

TARHÇE: Biyografi.

TASVİR: Resmetme, Birşeyi tarif etme, betimleme.

TECELLİ: Birşeyin ayna gibi bir şey üzerine yansıyıp, görünmesi.

ÜLFET: Alışkanlık, sıradanlık.

III-6-KAYNAKÇA

 

  1. AYVAZOĞLU, Beşir, İslam Estetiği ve İnsan,Çağ,Y. İst.1989
  2. CROCE,B.İfade Bilimi Olarak Estetik,Ç.İ.Tunalı, İst.1988
  3. DOĞAN,Mehmet,100 Soruda Estetik,Gerçek y. İst.1975
  4. GOMBRİCH,E.H.Sanatın Öyküsü,Remzi K. İst 1992
  5. MORAN, Berna,Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,Cem Y.İst.1994
  6. NURSİ, Bediüzzaman Said,Asar-ı Bediiye,İttihad y. İst .1979
    1. Lemalar,Envar y. İst.1992
    2. İşarat-ül İcaz,Envar Y. İst.1992
    3. Mektubat, Envar Y. İst.1992
    4. Mesnevi-i Nuriye, Envar Y. İst.1992
    5. Sözler, Envar Y. İst.1993
    6. Şualar, Envar Y. İst.1993
  7. TOLSTOY,L. Sanat Nedir?Ç.B.Dal,Şule Y.İst.1992
  8. TUNALI, İsmail,Estetik,Remzi K.İst.1989
  9. TUNALI,İ.B.Croce Estetiğine Giriş,Remzi K.İst.1983
  10. YEĞİN, Abdullah,Osmanlıca Lügat,Hizmet Y.1992
RASİM SOYLU  
  1969 yılında Sakarya Adapazarında doğdu. İlköğretimini Sakarya 21 Haziran İ.Ö.Okulunda tamamladı. Orta okulu Kırklareli Lüleburgaz Kepirtepe Öğretmen lisesinde okudu. 1983-1985 arasında TCDD Pratik Sanat okulunu okuyarak 1985-1989 yılları arasında Tüvasaş'ta çalıştı. Bu arada Sakarya Ali Dilmen Lisesinde açılan Akşam Lisesinde Lise diploması aldı. 1989 yılında Ankara Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Endüstriyel Sanatlar Fakültesini kazanarak Ankaraya gitti. 1991 yılında Gazi Eğitim Fakültesi Resim Öğretmenliği bölümüne geçti. TCDD Ankara Gar ve Behiçbey tesislerinde 1989-1999 arasında çalıştı. 1998 yılında Karaman Başyayla İ.Ö.Okuluna Resim Öğretmeni olarak atandı. 1999 yılında Sakarya'ya tayin oldu. Sakarya Ali Dilmen Lisesinde 1999-2007 yılları arasında resim öğretmeni olarak görev yaptı. Sakarya Yeni çizgi ve Picasso resim atölyelerini kurdu ve elliden fazla öğrenciyi güzel sanatlar fakültelerine hazırladı. 2002-2004 yılları arasında Sakarya Üniversitesinde Resim alanında yüksek lisans yaptı. Halen Sakarya Bilim ve Sanat Merkezinde Görsel Sanatlar Öğretmeni olarak Çalışmaktadır. Asar-ı Bediiyyede Estetik adlı tezi kitap olarak yayınlanmıştır. zafer, Adı Yok, Irmak ve Değirmen dergilerinde sanat ve estetik üzerine makaleler yazdı. Yurt içi ve yurtdışında pekçok kişisel ve karma resim sergisi açtı. Fotoğraf sanatı ilede yakından ilgilenmektedir. Fotoğraf alanında bir Türkiye birinciliği, bir üçüncülük ve iki mansiyon ödülü kazanmıştır.  
Bugün Toplam 14 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol